Ödemelerinizi İYZİCO ile taksitle yapabilirsiniz.
26 Eylül 2025

Sizin Hikâyeniz Kimin Hikâyesi?

Aminatta Forna
Yazar
Sizin Hikâyeniz Kimin Hikâyesi?

Travma anlatısını aşmak.

Kimi insanlar yeni biriyle tanıştığında “Ya senin hikâyen,” diye sorar. Sohbete böyle bir başlangıç yapmak hoşuma gider. Böylece insanlara, nasıl görülmek istiyorlarsa kendilerini o şekilde tasvir etmeleri için bir fırsat vermiş olursunuz. Fakat asıl sevdiğimin “hikâye” kısmı olduğunu söyleyebilirim çünkü benim sermayem hikâyeler. Ve işte sarsıcı olanlardan biri:

Kuzenim Morlai, 1990’lı yıllar boyunca devam eden Sierra Leone iş savaşı esnasında askerler tarafından kontrol noktalarından birinde durduruldu ve isyancı gruplardan birinin üyesi olduğu gerekçesiyle sürüklenerek götürüldü. Kuzenim öğretmendi. Olan bitenlerle hiçbir ilgisi yoktu. Savaş süresince binlerce sivil kontrol noktalarındaki asker tarafından sorgusuz sualsiz kenara çekilip vuruldu. Morlai hayatta kalmayı başardı çünkü infaz emri veren askerlerden biri eski öğrencisiydi. 

Bunları duyunca dehşete düştüm. Morlai ile birlikte bir süre sessiz kaldık ve ardından tek söyleyebildiğim, “Hakikaten iyi bir öğretmenmişsin,” oldu. O an ikimiz de kahkahalarla gülmeye başladık. Bu şaşırtıcı görünebilir, gülmek yani. Çünkü Batı toplumunda yetişen bizler, yaşadığımız bütün zorlukları travma olarak görmeye başladık. Öyle ki, acı ve travma kelimeleri artık sıklıkla birbirinin yerine kullanılır oldu. Oysa karşımda birlikte büyüdüğüm, çok iyi tanıdığım, benim için son derece değerli biri vardı ve yaşadığı onca korkunç şeye rağmen travmatize olmamış aksine geçmişe baktığında gülebileceği bir noktaya gelmişti. Elbette bütün dehşetlerin gün gelip de şakaya dönüşeceğini söylemiyorum. Sadece Morlai’yi görüyor ve yirmi yıl önce başına gelenlerden bu yana ne denli iyi ve mutlu bir hayat sürdüğünü düşünüyorum.

Peki travma kelimesinin anlamı ne? Tıbbi olarak travma, fiziksel şiddetin bedende yol açtığı etkiyi tanımlar: “Acil tıbbi müdahale gerektiren ani başlangıçlı şiddetli fiziksel yaralanmalara travmatik yaralanma adı verilir.” Belli bir döneme kadar sadece fiziksel yaralanmalar için kullanılan travma kelimesi 1970’li yıllardan itibaren ruh sağlığı uzmanları tarafından da kullanılmaya başladı. Bu açıdan bakıldığından travma, bireyin şiddete maruz kalması ya da onu dehşete düşüren bir olaya tanıklık etmesi durumunda ruh sağlığında oluşan etkiyi ifade ediyor. Mesela Sierra Leone’de, atalarımın geldiği köyde yaşayan bir adam var. Savaş esnasında öylesine olaylara tanık olmuş ki, bugün bile ne zaman bir yabancı görse hemen kaçıp ormana saklanıyor. Kimi zaman günlerce orada kalıyor ve karısı yemeklerini ormana götürüyor. Yine Sierra Leone’de tanıştığım bir kadınsa kocasının yirmi beş yıl önceki ölümünden söz edildiğinde dilini yutmuş gibi susuyor ve konuşmaz hale geliyor. Biz buna tıpkı fiziksel yaralanmalarda olduğu gibi “hasar” adını veriyoruz ama şiddet karşısında ruhun verdiği tepki, bedenin tepkisinden çok daha az öngörülebilir olabiliyor. Nihayetinde öyle ya da böyle herkes acı çekiyor ve acı da, tıpkı fiziksel yaralar gibi gerçek. Ne var ki, acı çeken herkes travmatize olacak diye de bir kural yok.

Savaş hakkında yazmaya bundan yaklaşık yirmi yıl önce, ülkem on yıl boyunca devam eden bir iç savaştan çıktığında başladım. Hem o yıllarda hem de iç savaş öncesinde binlerce kişiyle birlikte benim ailem de acı çekti. Babam politik bir isim ve aktivistti. 1970’li yıllarda önce hapse atıldı ardından öldürüldü. Onun ölümünü yirmi beş yıl boyunca devam eden diktatörlük, yoğun baskı, on yıllık iç savaş ve Ebola salgını izledi. Yazdığım ilk kitaplardaki ana karakterlerin travma uzmanı olması elbette şaşırtıcı bir durum değildi çünkü bu kitapları yazarken aynı zamanda iç savaş mağdurlarını anlamaya çalışıyor ve onlara yardımcı olmaya çalışanlarla konuşuyordum.

Araştırmamın ilk başlarında konuştuğum kişilerden biri, uzun yıllar Freetown’daki akıl hastanesinin yöneticiliğini yapmış olan Sierra Leoneli psikiyatrist Edward Nahim’di. Onun o sıralar travmaya karşı verdiği tepkiyi garipsemiştim çünkü alışılmadık bir biçimde travmanın kendine çok geniş bir uygulama alanı bulduğunu düşünüyordu. Ona göre insanlar, özellikle de Batılı STK çalışanları, Sierra Leone’de yaşayan herkesin travmatize olduğunu düşünmekte aceleciydi. Bir gün bana şöyle dedi: “Biliyor musun, bu insanların çoğu ileride gayet iyi olacak.”

Nahim’in içgörüsünün bir benzerini, kısa bir süre sonra çalışmalarına rastladığım psikolog Boris Cyrulnik’in argümanlarında buldum. Cyrulnik, Nazi işgali altındaki Paris’ten sağ kurtulmayı başarmış ama ailesi toplama kamplarından birinde öldürülmüştü. Çocuklarla çalışıyordu ve bu çocuklar arasında soykırımdan sağ kurtulanlar kadar kurumsal istismara maruz kalanlar da vardı. Bir psikolog olarak acıyı mutlak surette travmayla eşdeğer gören ortodoks görüşe meydan okudu ve duygusal kırılganlığın kimi insanlarda duygusal güce dönüşebildiğini savundu. Acı çeken çoğu insan için acı olabildiğince gerçekti fakat düşünüldüğü gibi her zaman teslimiyete yol açmıyor, tam aksine çoğunlukla meydan okumayla sonuçlanıyordu. Cyrulnik buna, “direnç” adını verdi.

Çoğumuz bu kavramların sezgisel olarak farkındayız. Örneğin 2018 yılında PBS için hazırladığım bir programda Morlai’nin hikâyesini ve idam edilmek üzere olduğu ânı hatırladığında güldüğünü anlattım. Program yayınlandıktan sonra gelen olumlu tepkiler şaşırtıcıydı.  Bir süre sonra insanlar kitap turlarında ya da başka bir vesileyle benimle karşılaştıklarında anlattıklarımın ne denli faydalı olduğunu söylemeye başladılar. Çocuklarla çalışan bir psikanalist gönderdiği e-postada şöyle dedi: “Travma kavramı öylesine yaygınlaştı ki, bu durum gerçek travmaların önemini azaltmakla kalmayıp aynı zamanda insanların gerçek anlamda dehşet verici ya da stresli olaylarla başa çıkma becerilerini zayıflatıyor. Oysa geçmişte dünyayı daha iyi bir yer haline getiren insanlar, katlanmak zorunda kaldıkları büyük acılarla başa çıkamamak bir yana her şeye rağmen mücadeleye devam eden insanlardı.”

Kuzenim Morlai o insanlardan biri. Bir şekilde bütün acıların üstesinden geldi ve hem kendi hayatını hem de çevresindeki insanların hayatlarını dönüştürmeyi başardı – üstelik buna sadece (bin bir güçlükle üniversiteye gönderdiği) kendi dört çocuğu değil, Sierra Leone’nin küçük bir köyünde birlikte kurduğumuz ve on altı yıldır yönettiğimiz okulda eğitim alan yüzlerce çocuk da dahil.

Peki madem yaşadıkları korkunç olaylar dolayısıyla pes etmeyen ya da kalıcı hasar görmeye bunca insan var, o zaman ne demeye acı çekmenin mutlak surette travmaya yol açtığı inancı bu denli yaygınlaştı? Ve neden bazı insanlar bunun tam aksini söylediğinizde öfkelenip aşırı bir tepki veriyor?

Kimi zaman bunun, kendi acılarının başkaları tarafından görülmediğini hisseden insanlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Travma kavramının genişletilmesi, bu kayıtsızlığa karşı koymanın bir yolu olabilir. Acı çeken kişi, “Ben incindim, öyleyse birileri muhakkak beni önemsemeli,” diyor. Bazılarına göre acı ve travmanın aynı şey olduğunu reddetmek, sadece istismarcılara hizmet eden bir kaçış fikrinden ibaret. Bazılarına göreyse acıyla travmayı birbirinden ayırarak külfeti mağdurun sırtına yüklemiş oluyoruz. Oysa travma kavramını kolektif olarak benimsememizin kökenleri çok daha derinlerde bir yerde.

Kanadalı düşünür Ian Hacking tarafından ortaya atılan ve toplum nezdinde tanınır hale gelen bir durumun kendini tekrar etmeye başladığı koşulları tasvir eden bir terim var: döngü etkisi. Fakat şu an bahsettiğim şey, önceden tanınmayan bir durumun ilerleyen dönemlerde doğru bir biçimde teşhis edilmesi değil. Bunun yerine Hacking, bir durum hakkındaki (kişisel ya da profesyonel) beklenti ve inançların, o duruma ilişkin semptomları yeniden üretecek ve teşhis kriterlerini genişletecek şekilde nasıl etkileşime girdiğini tanımlıyor. Başka bir deyişle, kimi zaman ruh sağlığı uzmanları tanımlamaya çalıştıkları şeyi istemeden de olsa yaratıyorlar. Geleneksel söylem insanlara acı çekmenin travmayla eş değer olduğunu söylüyorsa o zaman insanlar acıyı, büyük ölçüde travmatik bir deneyim olarak yaşamaya daha meyilli oluyor.

 İşte sevdiğim bir ifade daha: felaket haline getirme. Yani acı verici bir durumu olabilecek en kötü biçimde yeniden çerçeveleme. Ve bizler her şeyi felaket haline getirmeyi seven bir kültürüz. Gazete haberleri bile insanların yaşamından “mahvolmuş” ya da “bitmiş” olarak bahsedebiliyor. Bu tarz düşüncelerse zaman içerisinde önce toplumsal hafızaya kazınıyor ardından o toplumda yaşayan herkesin kimliğinin bir parçası haline geliyor. Böylece çevrenizde olup bitenlere karşı bakış açınız – siz hiç farkında olmadan – gerçek algınızın yerini alıp tepkilerinizi şekillendiriyor.

Görünen o ki, günümüzde travma kavramıyla bağlantılı bir döngünün içindeyiz ve bu döngü giderek genişliyor. Travma kelimesi bir zamanlar yalnızca Vietnam Savaşı’ndan dönen askerler için kullanılırdı. Yaşadıkları dehşetler öylesine ağırdı ki, gündelik yaşamlarını sürdürmekte inanılmaz güçlük çekiyorlardı. Bugünse sadece derinden deneyimlenen acılar için değil, neredeyse her tür acıyı ifade etmek için travmadan, travmatize olmaktan bahsediliyor. Bu eğilim yüzünden gerçekten zarar gören insanların ruh durumunu tanımlayacak bir kelimemiz kalmadı. Üstelik insanların bu döngüden kurtulup acıya dirençle karşılık vermelerini de zorlaştırdı.

Travma konusunda çalışan bir ruh sağlığı uzmanıyla ne zaman karşılaşsam onlara, bazı insanların başlarından geçen kötü deneyimlerle niçin daha iyi başa çıkabildiğini soruyorum.  Verilen yanıtlar öylesine farklı ki, bu konuda ciddi bir anlaşmazlık var. Ama anladığım kadarıyla en önemli faktör kişinin mizacı. Mesela mizaha yatkın olmak, kişinin bir şeylerle başa çıkmasını kolaylaştırabiliyor. Bunun için bana en yakın örnek kuzenim Morlai olabilir. Bir diğer faktörse kötü bir şeyler vuku bulduğunda etrafınızda sizi önemseyen ama felaket tellallığı yapmak yerine size destek veren insanların bulunması. Hepimiz için iyi haber şu ki, yaşlandıkça kötü şeylerle başa çıkma kabiliyetimiz artıyor. Kısaca söylersek; nihayetinde hepimiz başımıza gelen kötü şeyleri bir şekilde atlatıyoruz. Bana ülkedeki çoğu insanın gelecekte gayet iyi olacağını söyleyen Sierra Leoneli psikiyatristin kast ettiği şey işte tam olarak buydu. Ve haklıydı da.

İnsanların travma karşısındaki yanıtı elbette sadece bireyle ya da aileyle ilgili değil. Bireysel direnciniz, yaşadığınız coğrafyanın toplumsal değerlerinden etkilenebilir. Acıyı varoluşsal bir soruna dönüştürüp sizden sürekli “Neden ben,” diye sormanızı talep eden bir toplumda mı yaşıyorsunuz yoksa hayatın rastlantısallığını kabul eden ve “Olur böyle şeyler,” diyen bir toplumda mı? Bütün bu değişkenler aslında insanın başına gelen olayları anlamlandırma biçimini şekillendiriyor. Mesela Boris Cyrulnik, kendi gözetimi altındaki çocuklara yakıştırılan “mahvolmuş hayat” anlatısının onları daha iyi bir duruma getirmek şöyle dursun, asıl olayı bile aşıp kötü bir hayata mahkum ettiğini düşünüyordu. Cyrulnik’e göre bakım veren meslekler ve onlardan dolayı da toplum, çok uzun bir süre boyunca bu psikolojik determinizme boyun eğmişti. Ve mağdurun kötü kaderi adeta kendi kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüştü. Cyrulnik, bu çocukların duygusal kırılganlığını duygusal güce dönüştürmenin mümkün olduğuna inanıyor ve burada en önemli şeyin, birilerinin onlar için bir anlatı yaratması değil, kendi anlatılarını şekillendirebilmeleri olduğunu belirtiyordu.

 Aslında Cyrulnik’in önemini vurguladığı şey, Dan McAdams ve Kate McLean’in “anlatı kimliği” kavramıyla aynıydı. Anlatı kimliği, kişi tarafından benimsenen ve gelişmekte olan yaşam öyküsüdür. Yeniden inşa edilen geçmişi ve hayal edilen bir geleceği bütünleştirir ve bir dereceye kadar hayatta birliği sağlar. Anlatı kimliğimiz çocukken duyduğumuz hikâyelerden temel alır. Üstüne kendi deneyimlerimiz eklenir ve içinde yaşadığımız toplumun kolektif anlatısı tarafından çerçevelenir. Dünyaya bakışımızın yaşamsal bir parçasıdır karşımıza çıkan engellere, zorluklara ve fırsatlara nasıl yanıt vereceğimizi belirler.

1940’lı yıllarda psikolog Kenneth Clark ve Mamie Clark, “oyuncak bebek testi” olarak bilinen deneyi tasarladılar. Siyahi çocukların önüne biri siyahi öteki beyaz iki oyuncak bebek kondu ve içlerinden birini seçmeleri istendi. Deney defalarca tekrarlandı ve çocuklar her seferinde beyaz bebeği seçti. Kendilerine yöneltilen sorulara verdikleri yanıtlardaysa beyaz bebeğe olumlu nitelikler atfederken siyahi bebeğe olumsuz nitelikler atfettiler.  Aynı sıralarda psikiyatrist ve siyaset felsefecisi Frantz Fanon’un, sömürgeleştirilmiş halkların ruh sağlığını konu alan Siyah Deri - Beyaz Maskeler isimli kitabı yayımlandı. Fanon, bu halkların ruhlarında açılan aynı hasardan bahsediyor ve bunun sebebinin kitle iletişim araçları vasıtasıyla pekiştirilen olumsuz kimlik tasviri olduğunu belirtiyordu. Beyaz ırkın diğer tüm ırklara olan üstünlüğünü vurgulayan egemen sömürge söylemi, yalnızca sömürge yöneticilerinin onları aşağılamasına sebep olmamış aynı zamanda kendilerini değersizleştirmelerine sebep olacak şekilde anlatı kimliklerini yapılandırmıştı. 

McAdams ve McLean, anlatı kimliğinin mental sağlık ve refah düzeyiyle ilişkilendirilebilecek belli unsurları olduğunu belirtir. Bu unsurların en önemlileri anlam ve eylem kapasitesidir. İçimize işlemiş olan kimi anlatıları kasten ya da fark etmeden sürdürebilir ama aynı zamanda onlara meydan okuyor da olabiliriz. Tıpkı bir zamanlar Salman Rüşdi’nin de söylediği gibi, “Kendi hayatlarının hikâyesi üzerinde hâkimiyet kuramayan, onu yeniden anlatma, yeniden düşünme, yapısökümüne uğratma, onunla ilgili şakalar yapma ve zaman ilerledikçe onu değiştirip dönüştürme gücüne sahip olmayanlar gerçekten güçsüzdür; zira onlar yeni düşünceler üretemezler.” Ya da Danimarkalı yazar Isak Dinesen’in belirttiği gibi, “Hikâyeye dönüştürebildiğiniz takdirde bütün acılara katlanabilirsiniz.”

Babam, ülkemdeki iç savaş başlamadan on beş yıl önce, o zamanlar diktatör olan adamın emriyle öldürüldü. Önce vatan haini olduğu gerekçesiyle yargılandı, ardından asıldı. Babamın hangi koşullar altında tutuklandığını biliyordum çünkü olay vuku bulduğunda evdeydim. Bildiğim bir diğer şeyse buna nelerin yol açtığıydı. On bir yaşındaydım. Babamsa kahramanımdı – tıpkı o yaştaki bütün kız çocuklarında olduğu gibi. Ama benim haricimde çok sayıda insan için de bir kahramandı ve bir sürü düşmanımız olduğundan bana bunu fısıldayarak söylediler. Düşmanlar her yerdeydi; gazeteleri ve televizyonları kontrol altında tutuyor, gazetecileri ve yazarları tutukluyorlardı. Kısacası topluma egemen olan anlatı, onların hâkimiyetindeydi.

Bu olaydan yıllar sonra BBC’de muhabir olarak çalışıyordum ve Sierra Leone’deki çatışmaların en yoğun olduğu dönemlerden biriydi. Anlatı kasten çarpıtılmış, binlerce insanın yaşamına malolan iç savaş tarihsel ve siyasal bağlamından koparılarak kabileler arası bir çatışma olarak servis edilmişti. Batılı seyirciye sunulan anlatı, uzun yıllardır öngörülen ama önüne geçilemeyen bir kaosun ülkeyi yıkıma sürüklediğiydi.

İlk kitabım The Devil That Danced on the Water’ı yazarken hem asıl anlatıyı yeniden yazdım hem de kişisel anlatıma ses verecek bir aracı olarak kendi ailemi seçtim. Bu, ergenliğimin ilk yıllarından itibaren oluşturmaya başladığım, sürekli yeniden yarattığım, gözden geçirdiğim ve çerçevelediğim bir anlatıydı. Kısacası kendi hikâyemin kontrolünü ele aldım ve eyleme geçme kapasitemi son raddesine kadar kullanarak ona toplumun ürettiklerinin ötesinde yeni bir anlam yükledim.

Hiçbirimiz acıdan kaçınamayız. Fakat bakış açımızı değiştirebilir, yaşamımızı umutsuzluklarla dolu bir yerden geçmişin unutulmak yerine aşıldığı ve tatmin edici bir geleceğin ufakta olduğu bir yere dönüştürebiliriz.   

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

author-image
Aminatta Forna Yazar